
İnsanlığın ne olduğunu tanımlamaya çalışmak, bir insan için kapitalizmin yarattığı yabancılaşmaya ve dışlanmaya rağmen sürdürülen var olma mücadelesinin somut ve geniş kapsamlı bir örneğidir. İnsan doğası denen kavramın nereye vardığı ve doğru-yanlış standartlarımızın ne olduğu tartışılıyor. Doğa kavramı tamamen biyolojiyle ilişkilendirildiğinde ise insana ve bulunduğu topluma biyoözcü (biyolojik olarak belirlenmiş) bir bakış açısıyla bakmaya itebiliyor. Bu da direkt olarak insanların belli bireysel ve toplumsal davranışları geliştirmesindeki süreçte birbirlerinden etkilendikleri faktörleri yok sayıp insanın tek bir kalıp üzerinden ele elınmasına yol açıyor. İnsan doğasına yönelik bu tip tanımları genelde insanı ahlaken yoksun, bireyci bir canlı olarak nitelendirirken kullanıyorlar. Yalnız, bu sıfatlar sürekli tüketilen ve tüketmeye alıştırılmış bir toplumun yarattığı insanın sıfatlarından başka bir şey değildir. Doğal olanı arıyorsak, neden toprak yerine betonu koyan, canlıları sürekli ve sistematik bir şekilde sömürüp katleden kapitalizme bakıyoruz? Toplum zaten kendi içindeki insanın bir diğeriyle sosyal ilişkilerini ve dayanışmasını besleyen doğal bir olgudur. Bu olgunun yapısını şekillendiren bizsek doğallıktan veya stabil bir insan doğasından bahsedemeyiz. Fakat neyin mümkün olup olmadığını tarihin yazdığını ve “insan doğası” denilen kavramın kapitalist sömürü ilişkilerini normalize etmek için söylendiğini görebiliriz.
Canlıların tarihine baktığımızda birçok bilimsel çalışmayla karşılaşıyoruz. Jane Goodall ve Frans De Waal gibi primatologların şempanzelerle yaptığı araştırmalarda yiyecek paylaşımının bireysel çıkarlarla ilgili olmadığını, karşılıklı sosyal ilişkilerin evrilmesinde de kritik rol oynadığını göstermişlerdir. Bu çalışmalar, dayanışmanın yalnızca insana özgü olmadığını da gösteriyor. Fakat, insan doğasını biyoözcü bağlamlarla ele alan bilim insanlarının da olduğunu görebiliyoruz. O halde bilim, biyoözcü çalışmalarıyla insanı toplumsal ve tarihsel deneyimlerinden hariç bırakabiliyor. Örneğin, psikolojideki kadın histerisi etiketi kadınların ataerkil sömürünün baskısından ortaya çıkan öfke ve duygularını hastalıklı olarak göstermiştir. Tıpta birçok kadın veya lubunya bedeninde bulunabilecek hastalıkların araştırılmasına yeterince önem verilmemesi, ilaçların geniş bir kadın örnekleminde çalışılmaması da sağlık sisteminin karanlığını ortaya seriyor.
Cinsel şiddetin bile meşru olmadığını konuşmak için insan doğası kavramını tanımlamaya mecbur bırakılıyorken bilimin insanı soyutlayarak hareket ettiğini görüyoruz. Bu, egemen ideolojiden taraf bir bilimin var olduğunu kanıtlıyor. Kapitalist sistemde, bilim insana hizmet etmek yerine otoriteye hizmet eder. Tarımda verimlilik artırma bahanesiyle ekosistemin dengesi bozulur, ilaç endüstrisi sağlığı değil edeceği kârı önemser, işçilerin sağlığı ve güvenliği yerine üretim hızlandırılmaya çalışılır ki bu da işçilerin daha çok emek vermesine ve daha çok baskı altında çalışmasına sebep olur. Eski toplumları kana susamış, “yabani” bir algılayışla ele alan belli bilim adamları ataerkil iktidara katkı sağlamışlardır. Örneğin, herkesin bildiği üzere, Freud da hayvanlar aleminin bu içgüdüsel zaaflarını kullanarak bu barbarlığın insan doğasından geldiğini psikanalizin temellerine işlemiştir.
İnsanın tektipleştirmesi, ilan edilen aile yılında görebileceğimiz gibi, cinsiyet rollerini ve cinsiyetlerin toplumsal rollerini kadın ve erkek normlarını üzerinden belirleyerek bu normları değişmez kabul eden baskılara sebep oluyor. Bu durum, kadınların ev içi emeğine yönlendirilmesinin, erkeklerin ise üstün olmasının doğal olduğunu iddia eden söylemler üretiyor. Kadının eski uğraşı olan bitki toplayıcılığın, bitkilerin (özellikle meyveler) tükettikleri besinlerin çoğunu oluşturmasına rağmen; erkeğin avlanmasının yanında basit gibi kalan toplayıcılık bakışı, şu anki ataerkil mülkiyetçiliğin dayattığı bir bakıştır. Bu bakışın farklı veya aynı türdeki bir canlıya “sahip” olan erkeğin güçlü olduğu algısıyla tamamen aynı mülkiyet ilişkilerinden kaynaklandığını da unutmamak gerekiyor.
Hiyerarşi ve tahakküm olmaksızın yaşayan insanlık tarihinin dönüm noktasının yine ataerkil aile ve devletin kökeni olan tarım mülkiyeti ile görebiliriz. Aslında önemli olan nokta insanın sınıf tarihi bağlamından koparılamayacağıdır. Tarım devrimiyle birlikte fazla ürün ve üretim aracı gerekliliği olmuş, bu da sınıf farklılıklarının temellerini atmıştır. Sömürü ilişkilerinin ve üretici-üreten arasındaki sınıfsal ayrımının kökeni sahip olmaktır. Burada mülkiyetin doğuşu sadece bireysel bir sahiplenme meselesi değil, toplumsal yapının ve üretim ilişkilerinin dönüşümüdür. Bu üretim araçları zamanla belirli grupların elinde yoğunlaşmış ve sanayi devrimi ardındaki kapitalizm aşamasında sermayedar-emekçi ayrımının keskinleşmesine sebep olmuştur. Sömürü ilişkilerinin şekillenişinde devletin sahibi olduğu üretim aracını nasıl kontrol ettiğiyle doğrudan bağlantılıdır.
Örneğin, karbon emisyonlarıyla ilgili araştırmalarda insanların bireysel karbon ayak izini minimuma indirmekle meşgul ederken, bu araştırmaları fonlayan büyük fosil yakıt şirketlerinin toplam emisyon içindeki payı pek sorgulanmaz. Kısacası, siz içtiğiniz sigarayı sorgulamakla meşgulken arka planda ekosistemi kirletecek kadar çok oranda karbon dioksit salınımı yapan fabrikalar ve işletmeler var. Bu uyutulma hali insanın içinde bulunduğu sömürünün farkında olmayıp kendi vicdanını rahatlattığından dolayı insanın algısını oyalar.
Bütün bunlar hesaba katıldığında, insan doğası tabirinin medyatik ve kültürel araçlar yoluyla burjuvazi ve devletler tarafından idare edildiğini söyleyebiliriz. Bunları şimdiye kadar böyle olmuş, insan doğası böyle diyenlerin tek yaptığı şey sürdürülen bu kaosu insan doğası deyip normalleştirmenin bir başka yoludur. O halde ezen ve ezilenin varlığının insan doğasının bir parçası olduğu konusu kapitalizmin sürekliliğini desteklemekten başka hiçbir şey yapmaz. İnsanın rekabetçiliği de yaşadığı toplumdaki hiyerarşik yapılanma da bu toplumun maruz kaldığı üretim ilişkilerinin etkisi altında şekillenmiştir. Kapitalizmin bu tür kavram yanıltmalarını bilerek kullanır. Bu sayede kapitalistler kendi varlıklarının sürdürülebilirliği için alt sınıf arasındaki rekabeti ve bireyselliği besler. Mesela, ırklar arasında düşmanlık yaratmak, cinsiyet normları üzerinden kadın veya lubunya işçinin erkek işçiyle eşit olmamasını sağlamak işçileri bölerek ortak bir sınıf bilincinin gelişmesini engeller. Bunun sonucunda yalnızlaştırılan insan, yalnızca üretkenliğiyle değer gördüğünü sanar. Bu da onu daha fazla çalışmaya ve kendini sermayeye bağımlı kılmaya iter. John Zerzan, Marx’ın kapitalizm içinde yabancılaşma tanımını desteklerken şunu da söylemiştir: “Ben bu tanımı bir adım daha ileriye götürerek, yabancılaşmanın, kendi kişisel deneyimlerimizden uzaklaşma, doğal varoluş biçimimizden çıkma anlamına geldiğini söylemek istiyorum.”
Kapitalist sistemlerde “insan doğası” olarak tanımlanan bencil ve rekabetçi eğilimler, aslında bu tür düzenleyici yapılar tarafından normalleştiriliyor. Diyalektik materyalist bakışın kanıtladığı üzere buna zıt giden yardımlaşma konusundaki direngenliğimiz sayesinde, sendikalaşmaya ve kolektifleşmeye eğilim gösteriyoruz. İşte insan doğası kavramının anti-komünist bir tez olarak kullanılamayacağını buradan anlayabiliriz. Hali hazırda sürdürülen tez kapitalizmdir, anti-tez ise sömürünün yarattığı ekolojik yıkım, sistematik katliamlar ve azalan yaşam kalitesinden doğan hak mücadelelerimizdir. İnsanların baskı altında kaldıklarında birbirleriyle rekabet etmek zorunda kaldıklarını görüp özgür, eşitlikçi ve doğayla uyumlu koşullarda; dayanışma, işbirliği ve karşılıklı yardımlaşma potansiyelleri ortaya çıkabildiklerini kavramak gerekiyor. Eğer kapitalizmin dayattığı tuzağa düşmek istemiyorsak barışçıl ve özgür bir toplumda insanın potansiyellerini ortaya çıkarmak için mücadele etmek zorundayız.