Home / Hareketin Sözü / Kemalizm Üzerine – Sosyalistler Partisi

Kemalizm Üzerine – Sosyalistler Partisi

Osmanlı’dan Kemalizm’e Doğru: İktisadi ve Siyasi 
Anlamlarının Günümüz Neoliberalizmine Hazırladığı Zemin

İlk olarak bu bölümde, Türkiye’de neoliberal kapitalizme doğru giden seyirdeki iktisadi ve siyasi durakların temellerini özetlemeye çabalanacaktır.

Türkiye’de kapitalist üretim ilişkilerinin gelişim seyri, Batı Avrupa ülkelerindeki klasik örneklerinden farklı olarak daha çarpık, gecikmeli ve büyük oranda dışa bağımlı bir şekilde ilerlemiştir. Bu durum, Osmanlı’nın tasfiyesi ve TC’nin kuruluşu dönemlerinde organik bir burjuva devriminin varlığından ziyade yukarıdan aşağıya örgütlenmiş çarpık bir sınıf mühendisliğini doğurmuştur.

Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihsel ve toplumsal yapısının klasik anlamda feodal olmamakla birlikte kapitalizmin gelişim seyrini engelleyen birçok yapısal – kurumsal özneye sahip olduğu bir gerçektir. Özellikle mülkiyet ilişkilerinin padişahın tartışmasız mülkiyetinde bütünleştiği toprak sistemi, kapitalist gelişim seyrindeki izlenceyi sağlamayan bir üstyapısal form yaratmıştır. Aynı zamanda saray – asker – reaya/yönetici odaklı sınıfsal çelişkiler de Batı’daki formasyondan oldukça farklı bir boyutun var olduğunu göstermektedir. Tüm bunlar yanında ticaret odaklı sermaye birikim faaliyetinin de gayrimüslim olarak adlandırılan halklara mensup kişiler tarafından yoğun temsili, büyük oranda Müslüman – Türk burjuvazisinin doğum sürecinde yapısal bir engel teşkil etmiştir.

Özellikle Baltalimanı Anlaşmasıyla[1] ticari serbestleşmenin yol açtığı süreç, Batı merkezli sermayenin girişimleriyle sınırlı ölçülerde kapitalist ilişkilerin gelişme zeminini oluşturmaya başladı. Bu bağlamda Osmanlı İmparatorluğu’nun pazarının Avrupa mallarına açılmasına müteakip yerli zanaat üretim odağının da zarara uğradığı bir süreç gelişmiştir. Bu bakımdan dışsal müdahalelerle empoze edilmeye çalışan ilişkiler düzleminde çarpık ve bağımlı bir yapının geliştiği gözlemlenmektedir. [2]

Aynı zamanda burjuva devlet aygıtının inşasındaki sürekliliği işaret etmesi ve resmi tarih yazımındaki geçmişten keskin kopuş temalı anlatıyı çürütmek için de İttihatçılık – Kemalizm sürekliliğine işaret etmek gerekmektedir. 1908-23 geçiş momenti bu meselenin anlaşılması için ideal bir zemin sunmaktadır. 1908 “Devrimi”nin Anayasal Meşrutiyet temalı anlatısına rağmen temel olarak bürokratik – askeri elit zümrenin “modernleşme” söylemi aracılığıyla iktidarını tahkim etme projesi olduğu görülmektedir. Nitekim bu durum Tanzimat sürecinden beri süren “bürokrasizmi temel alan” modernleşme iddiasının 1908’de büründüğü politik bir formdur. Dolayısıyla burada ezilen sınıfların pasif birer özne olduğu; elitist bir restorasyon sürecinin ilerlediği görülmektedir.

Tüm bunlar yanı sıra Rum, Ermeni ve bir oranda da Yahudi gayrimüslim burjuvazinin tasfiye edilerek Müslüman – Türk burjuva ekolünün inşası hedeflenmiştir. Bu süreç, 1915 Ermeni Soykırımı ve Rumların, Yahudilerin ekonomik olarak tasfiyesiyle de ilintili değerlendirilmelidir. Anı zamanda bu süreç, Kemalist rejim inşasına adeta düzlenmiş-temizlenmiş bir mülkiyet rejimi zemini sağlamıştır.

1908’deki hürriyet odaklı söylemlerin kısa süre içerisinde Alman emperyalizmiyle iş birliğine doğru evrilmesi ve İTC kadrolarının bu noktada üstlendiği aktif roller de emperyalizmle uzlaşmacılıkta İTC’den Kemalizm’e doğru bir hattın varlığını kanıtlamaktadır. Laiklikten anlaşılanın İTC modernizmiyle ilişkisi, ulusal kimlik inşasındaki tutumun Kemalist resmî ideolojiye miras kalışı, özellikle Kürt isyanlarına, azınlıklara, kadınlara ve ezilenlere yönelik inkâr, imha ve asimilasyon politikalarının aynen devamı da bu devamlılığın altını çizmesi bakımından kıymetlidir.

Aynı zamanda M. Kemal dahil birçok cumhuriyet kurucu unsurunun İTC içerisinden çıktığı da göz önünde bulundurulmalıdır. Özellikle tekçi – merkezci ideolojik tutum ve asimilasyoncu faşist anlayışların İttihatçılık ile önemli ölçüde örtüştüğü görülmektedir. Kemalist rejimin kurucu unsurları içerisindeki halksız “devrim” dayatma anlayışı ve elitist zor aygıtlarının varlığı bir miras olarak gelmiştir. Yani 23-38 arası dönemi salt olarak yeni bir sistemden ziyade İttihatçı zihniyetin kurumsallaşmış ve devletleşmiş devamlılığına da işaret etmektedir.

M. Kemal öncülüğünde Cumhuriyet’e giden süreç ve bu süreçte gerçekleştirilen siyasal – iktisadi hamleler de bu miras kalan zeminle önemli ölçüde bağlantılıdır. 1923 yılında ilan edilen Türkiye Cumhuriyeti’nde üretime dayalı, bağımsız ve ayakları yere basan bir Türk burjuvazisinin varlığından söz edilemeyecektir. Nitekim savaş sürecinin yarattığı ekonomik dönüşüm ve yıkımın da bu konuyu daha da ağırlaştıran bir payı olmuştur. Mevcut sermaye odaklarının büyük oranda gayrimüslim tüccarlar, savaştan zenginleşenler ve sınırlı bir zengin toplamından ibaret oluşu, Kemalistlerin bu bağlamda devlet aygıtıyla ilgili boşluğu doldurma girişimlerine vesile olmuştur.

Özellikle 1923 İzmir İktisat Kongresi’yle alınan kararlarla özel mülkiyet ilişkilerinin kutsallığı yeniden ilan edilmiş; ezilen ve emekçi sınıfların, proletaryanın hak taleplerinin zor yoluyla ezilmesinin yolları döşenmiştir. Ayrıca sermaye birikim rejiminin devlet eksenli gerçekleştirilmesi odağıyla girişilen planlara dair alınan kararlar, bu bağlamda burjuvazinin devlet aygıtıyla entegrasyonunda tarihsel bir durak ifade etmiştir. Bu bakımdan Kemalist rejimin kapitalist birikim sürecinin organizasyonunu devlet eliyle sağlayarak sermayeyi merkezileştirmek; nihayetinde de sınıfsal ilişki ve çelişkileri zor aygıtının rolünü de üstlenerek düzenlemek şeklinde bir görev üstlendiği görülmektedir.

Kemalist rejimin gelişim seyri içerisinde Komünist harekete yönelik saldırısı ve tasfiye girişiminin de bu zihniyet kökenleri bağlamında okunması gerekmektedir. Nitekim M. Suphi ve yoldaşlarının Karadeniz’de katledilmesi, devlet odaklı olarak geliştirilmek istenen yukarıdaki anlayış karşısında başat tehdit olarak görülmüştür. Bu durum ise yeni rejimin sınıfsal karakterinin emekçi ve ezilenlerle bağdaşmayacağını; resmî ideoloji, din, kültür ve etnisite (Türk – Sünni – Müslüman) odaklı oluşturulmak istenen burjuvazinin çıkarları doğrultusunda hareket edildiğini ortaya koymaktadır.

Bu bağlamda Kemalist hareket, bir restorasyon hareketi[3] olarak emperyalist tahakkümle uzlaşmak suretiyle komprador burjuvazi yaratmaya yönelmiş; ulusal devrimci bir çizgiden ziyade emperyalizmle iş birliği içerisinde bir egemenlik biçiminin inşasına girişmiştir. Dolayısıyla Kemalist rejimin inşa ettiği siyasi – iktisadi sistemin ezilenlerin değil bürokrasiyle ittifak geliştirmiş Türk hâkim burjuvazisinin çıkarlarını temsil ettiği görülecektir. Nitekim devlet aygıtının aldığı kararlar ve kendisini inşa biçiminin de emekçi sınıflar lehine değil özel sermaye ve sermaye birikim rejiminin sıhhati için gerekenlerin kollanması ve korunması için yapıldığı görülmektedir. Bu bağlamda devletçilik dönemi diyebileceğimiz sürecin büyük oranda sermayeyi merkeze alan sınıf uzlaşmacı bir biçim olarak geliştiği; devlet aygıtının burjuvazinin yürütme faaliyetini örgütleyen bir yapı şeklinde geliştiği söylenebilecektir. Bu bağlamda Kemalist modernleşme olgusunun temelinde sınıfsal karakter olarak burjuva iktidarının restorasyonunun temelinin yattığı; devletçilik olgusunun ise sınıflar üstü bir kompozisyon hikayesinden ziyade sınıf diktatörlüğünün özel görünüş biçimlerinden olduğu ifade edilmelidir. Nitekim devrimci bir kopuşun zorunlu momenti, bu ideolojik – iktisadi – kültürel mirasın inşa ettiği zeminle köklü bir hesaplaşmadan geçmektedir.[4]

Nihai olarak ifade edilmesi gereken husus, Kemalist rejimin cumhuriyet kuruluş dönemlerinde tahkim etmeye çalıştığı devletçilik odaklı faaliyetlerin emekçi sınıflar için değil sermaye sınıfının çıkarlarını öne alan bir kalkınma modelinin örgütlenmesiyle ilintili olduğudur. Yani devletin iktisadi rolünün aldığı biçim sınıflar üstü bir model değil sınıfsal tahakküm ilişkilerinin kurumsallaşmasına hizmet etmiştir.

1929 Buhranı sonrasında gelişen 1930’lu yılların dünyadaki kriz furyası, Türkiye’deki rejimin devletçilik adıyla örgütlediği politikalara yönelmesini sağladı. Nitekim Türkiye, 1929 Buhranı ve akabindeki gelişmelerle dünya çapında kapitalizmin uğradığı büyük sarsıntı esnasında henüz kapitalizmin kurumsallaşmasını tahkim edemediği ve sermaye birikiminin dar olduğu bir düzen içerisindeydi. İç pazarın imkanlarının sınırlı olduğu ve üretici güçlerin zayıf bir kompozisyonda yer aldığı bu yapıda Kemalist rejim, özel sermayeyi teşvik eden liberal iktisat politikalarının tek başına yeterli olmadığı kanaatiyle devletçilik politikalarına meyletti. Ancak bu yönelim, kapitalist gelişim seyrine karşı değil kapitalizmin kurumsal inşasını hedef alan bir geçiş mekaniği olarak işlemiştir. Keza bir komünistler için devletin üretim sürecinde oynadığı rol tek başına bir şey ifade etmiyor olup esasen devletin kimin namına ve hangi sınıfın çıkarları doğrultusunda katıldığı rolünü anlamak konusunda veri ifade etmektedir.

1920’li yıllarda oluşumu ve gelişimi temenni edilen “milli burjuvazi” savaş sonrası ayaklarının üzerine basarak kalkamadığı gibi üretim alanında da güç kazanamamıştı. Kemalist rejimin kurucu unsurları tarafından bu boşluğun devletin doğrudan ekonomik aktör olması suretiyle aşılması yönündeki politikası, bu bağlamda gelişmiş bir politikadır.[5] Bu politikanın nihai amacı ise kamucu ve ezilen sınıfların çıkarını gözetmemekteydi. Nihai amaç, inşa edilecek altyapının ve iktisadi faaliyetlerin gelecekte sermaye birikim rejiminin hizmetine sunulmak üzere özel sektöre devredebileceği bir yapısal dönüşümün inşasıydı. İşte bu yüzden Kemalist unsurlar tarafından ele alınan devletçilik programı kamucu olarak adlandırılamayacaktır. Keza gelecekte kurumsallaşması umulan sermaye sınıfının hizmetine sunulacak bu özneler, aynı zamanda işçi sınıfı ve ezilenleri baskılayan bir geçiş programıyla birlikte sürdürülmüştür.

Tüm bunlar yanında işçi haklarının kurucu bağlamda yasal ve Anayasal düzlemde değersizleştirilmesi gibi bir gerçeklik söz konusudur. Grev yasağının fiili olarak değil Anayasal bir norm düzleminde benimsenmiş olduğu bu düzende sendikal bağlamda bir örgütlülüğün yasal zemini mevcut değildir. Nitekim en basitinden bu karakter, Kemalist rejimin iktisadi ve siyasal bağlamda inşa ettiği düzenin bir halk devrimi olmaktan ziyade yukarıdan sınıf inşasına ve restorasyona tekabül eden bir hamle olduğunu göstermektedir. Bir nevi devletin kolektif kapitalist bir boyutta hareket ederek gelişmekte olan burjuvazi için koruyucu rol üstlenip aynı zamanda sınıf ilişkilerini sermayenin çıkarları doğrultusunda düzenlediği bir hal söz konusu olmuştur.

Özellikle 1930’lu yıllarda uygulama alanı bulan devletçilik faaliyetleri sadece iktisadi bir yönelim değil bunun yanında ideolojik ve siyasal bir karakteri de ihtiva etmekteydi. Nitekim henüz kapitalist üretim ilişkilerinin yeterince gelişmediği ve iç pazarın dar olup sınıf çelişkilerinin istenilen boyutta evrimleşmediği bir dönemde devletin iktisadi alanda üstlendiği rol, sınıf inşasının kurumsal bir biçimine tekabül etmektedir.[6] Özellikle ideolojik bir örtü olarak hakim ulus – mezhep inşasına eşlik eden yarım yamalak bir halkçılık, sınıfsal çelişkileri – elbette ki – ortadan kaldırmayı değil onların siyasal taleplerini bastırmak ve tasfiye etmek amacıyla ortaya sürülmüştür. Dolayısıyla Kemalist rejim unsurlarının örmeye çalıştığı devletçiliğin, sol tandanslı bir iktisadi model olmaktan ziyade faşizm pratiklerini burjuva sınıflaşmasının hizmetine sunmuş bir strateji olarak değerlendirmek mümkündür. Nitekim bu strateji, devleti odağa alarak ezilen sınıfların sınıf temsilsizliğini örgütlemeyi hedef almıştır. Bu bağlamda kapitalizmin Türkiye’deki gelişim seyrinde bu iktidar biçimi, devletin sınıfsal zoruyla kurulmuş bir egemenlik biçimine tekabül etmiştir. Komünistlere açılan savaşa da – SSCB ile girilen taktiksel ilişkilerintaktiksel ve pragmatist yanı göz önünde bulundurularak – bu çerçevede bir anlama hali geliştirilmesi mümkündür.

Kemalist “Devrim” Tamamlanmış Bir Burjuva Devrimi midir?

Temel olarak feodalizmin tasfiyesini odağa alan, burjuvaziyi siyasal iktidarın taşıyıcı odağı haline getiren; bunlarla bağlantılı olarak feodalizmin tasfiyesiyle birlikte serbest Pazar ilişkilerini özgürleştirmesi beklenen ve de bununla ilişkili şekilde üretici güçlerin gelişim seyrini tetiklemesi beklenen bir tarihsel moment olarak burjuva devrim seyri, tanımsal çerçevede karşılanmamaktadır.[7]

Tüm bunlar yanında Kemalist faşist pratiklerin esas çelişkisi, burjuvazinin organik anlamıyla gelişmediği bir yapısal süreçte kapitalist iktisadi dönüşümü yukarıdan – devlet aygıtının kullanımı suretiyle – geliştirmeye çalışmasındadır. Bu durumun kaçınılmaz sonucu olarak üretim ilişkileri ve siyasal kompozisyonda ciddi anlamda bozulmalar (deforme hali) söz konusu olmuştur. Kapitalist üretim ilişkilerinin zorla tahkimi yanı sıra devlet eliyle organize edilen burjuvazi; tüm bunlara eşlik eden sınıf düşmanlığı ve sınıfsal hareketlere yönelik saldırılar, Cumhuriyetin klasik anlamıyla burjuva devrimi olmadığı gibi anti – emperyalist bir kopuş olmadığını göstermektedir.

Kemalist resmî ideoloji ve tarih yazımının temel argümanlarından birisi de anti-emperyalizm odaklıdır. Esasen halkın ulusal savunu refleksleri üzerinden Kemalizm’e meşruiyet zemini sağlanmak istenen bu zemini ikiye ayırarak Kemalizm’in resmi tutumunun teşhir ve tasnif edilmesi gerekmektedir. Keza Cumhuriyet rejimi Kurtuluş Savaşı adlı süreci içerecek şekilde kesintisiz bir anti-emperyalist kopuşa uzanmak bir yana dursun emperyalist bloklarla – taktik gerekçeleri aşacak şekilde – bir uzlaşı zemini üzerine kuruldu. Lozan Antlaşması’nın bir zafer olarak sunulması gerçekçi olmayıp; yabancı sermaye haklarının korunduğu, kapitülasyon ilkeleri yerine eşitlik – mütekabiliyet ilkesi üzerinden örgütlenen yeni bir yarı – sömürgesel kurgu biçiminin oluşturulduğu görülmektedir. Bu anlamda ekonomik bağımlılığını devam ettiği, emperyalist ticaret düzeni ve yatırım ilişkilerinin entegrasyonunun arzulandığı, nihai olarak üretim güçlerinin dışa bağımlı olarak gelişmesinin esas alındığı bir rejimde anti-emperyalist kopuş aramak gerçekçi değildir.[8]

Kemalizm: Gericiliğe Karşı İleri Bir Kuvvet Momenti ve 
Kopuş mu?

Türkiye sosyalist solu içerisinde Kemalizm’i bu iktisadi ve siyasi gerçekleri yanı sıra “laiklik, modernleşme, gericiliğe karşı ulus – devlet projesi, aydınlanmacılık” temaları üzerinden müdafaa eden şoven, reformist eğilimler damar olarak güçlüdür. Ancak bu damara karşı da ciddi bir ideolojik çizgi çekilmesi önemlidir. Nitekim Kemalist rejimin karakterinin doğru analizini gericiliğe alan açmak olarak tarif eden çizgiler, burjuvazinin ideolojik dönüşüm girişimlerini sol üzerinden içselleştirme görevi üstlenmektedir.

Lenin tarafından yapılan bir tespit, bu bağlamda temel bir moment teşkil etmektedir: “Burjuva devletleri biçim bakımından çok çeşitlidir, ama hepsinin de özü aynıdır. Biçimi ne olursa olsun her burjuva devleti, son tahlilde, kaçınılmaz olarak burjuva diktatörlüğüdür.” … “Hiçbir burjuva demokrasisi, ne kadar demokratik olursa olsun, işçi sınıfının sermaye tarafından bastırılmasının bir aracı, burjuvazinin diktatörlüğünün bir aracı olma dışında herhangi bir anlam taşımadı ve taşıyamaz.”[9] Bu çerçevede üç temel yanılgının, şoven çizgiler tarafından politik alana taşındığı görülmektedir:

İlk olarak Kemalist “modernleşmeci retorik”, millet birliği, batılı medeniyetler, çağdaş medeniyet seviyesi gibi kavramsallaştırmalar üzerinden geliştirdiği söylemle sınıf mücadelelerinin üzerinin örtülmesini hedeflemiştir. İkinci olarak Kemalist ideolojinin aygıtı olarak devlet, emekçi sınıflar için değil doğumu arzulanan ve örgütlenen burjuvazinin çıkarlarını korumak adına örgütlenmiş bir sınıf diktasıdır. Son olarak seküler değerler üzerinden geliştirilen bir fetiş olarak laiklik, komünistlerin anladığı anlamda bir özgürlük zeminine tekabül etmemektedir.

Laiklik, burjuva devrim süreçleri içerisindeki tarihsel bir kazanım olarak devrimciler için esaslı bir unsur olarak varlığını korumuştur. Ancak laiklik mücadelesi ve ilkesi, her daim sınıfsal bağlamı da içerecek şekilde yorumlanmalıdır. Türkiye’de resmî ideolojik ve tarihsel girişimler üzerinden inşa edilmiş olan; Kemalist meyilli şoven öznelerce yüceleştirildiği anlamıyla ilerici görülen laiklik, din olgusu yerine devletin resmî ideolojisini (milliyeti modernizm olarak yüzeysel bir tarif yapabiliriz) getirmiştir.

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurulması, kurumsallaştırılması ve faaliyetleri üzerinden din olgusunun devlet tekelinde yeniden inşasını esas alan, din eğitiminin odağında sistem içine alınmış devlete sadık dinin inşa edildiği bir rejimin varlığından söz etmekteyiz. Bu anlamıyla Kemalist laiklik, din ile özgürlük arasına bir çizgi çekmekten ziyade din olgusunun otorite aygıtından dışlanmasını ifade etmektedir. Bu anlamıyla Türkiye’deki laiklik olgusu, hiçbir zaman emekçi sınıfların komünistlerin anladığı bağlamda özgürleşmesini sağlamamış olup resmî ideoloji aracılığıyla “sınıf tahakkümünün sekülerleştirilmesine” hizmet etmiştir.

Althusser’de ifadesini bulduğu üzere devletin ideolojik aygıtları aracılığıyla inşa edilen tahakküm, sadece zor yoluyla değil aynı zamanda bireylerin yeni biçimlerde özneleştirilmesi suretiyle kurulur. Bu anlamda Kemalist laiklik ve bunun üzerinden salık verilen sekülerizm, çeşitli alanlarda devleti esas alan yurttaş tipi inşasına dayanmıştır. Çocukluk anından itibaren insanlara yüklenen sözde seküler eğitim, milliyetçi tarih anlatısını hedef alan müfredat, resmi tarih yazımı, pozitivist bilimselcilik, toplamda emekçilerin sınıfsal kimliklerini silikleştirmek ve devlete sadık yurttaşlar haline getirmek adına seferber edilmiştir.

Tüm bunlar yanında Kemalist rejimin savunusu adına “modernleşme vurgusu” gerçek anlamda bir emekçi aydınlanmasını mı ifade etmektedir yoksa yeni bir tahakküm biçimini mi ifade etmektedir olgusunun altı çizilmelidir. Kemalist “sol” odaklar tarafından sıklıkla “Osmanlı gerici imparatorluğu karşısında ilerici bir modernleşme” hamlesi olarak tarif edilen Cumhuriyet olgusu, biz komünistler için bu ikilikte tarif edilemez. Nitekim biz Komünistler için mesele modern olan ya da geleneksel olan üzerinden değil, geliştirilen hamle ve süreçlerin hangi sınıfın ve odakların çıkarlarına hizmet ettiği üzerinden değerlendirilir. Osmanlı’daki gerici sınıfların ideolojik temsilinin yerini asker – sivil bürokrasi odaklarının devralmış olması, ilerici bir modernleşme hamlesi olarak değerlendirilmemelidir. Gramsci’den atıfla denilebilir ki her sınıf kendi ideolojik temsilcilerini yaratmış olup Kemalizm’in bu çerçevede yarattığı şey halkçı bir aydınlanmacılıktan ziyade devletçi bir disiplin ideolojisidir.[10] Bu anlamda Kemalizm’in “modernleşmesi” Marx’ta ifadesini bulduğu üzere insanlığın kendi tarihlerini yapması ilkesinden ziyade devletin halka rağmen örgütlediği bir proje olarak gelişmiştir.

Tüm bu açıklamalar ışığında:

  • Kemalist iktidar, burjuvazinin devlet aracılığıyla yaratımını bir görev edindi. Özellikle 1915 Ermeni Soykırımı, 1916 ve devamındaki sürgünler, mübadele süreçleri, varlık vergisi gibi uygulamalarla Türk – Müslüman sermaye sınıfının da oluşumuna hizmet etmiştir. Yani ezilen uluslara yönelik saldırının ideolojik boyutuyla iktisadi boyutları da iç içe geçmiştir.
  • İşçi sınıfının örgütlenmesinin baskı aygıtlarıyla engellenmesi, sendikaların yasaklılığı, komünist hareketlere yönelik saldırılar, grev-toplu sözleşme hakkının anayasal reddi gibi unsurlar yanı sıra devletçiliğin kamu mülkiyeti amacıyla değil özel sermayeye gelecekte devredilecek sanayi altyapısı inşası olarak işlemesi nedeniyle burjuvazi bürokratik olarak inşa edilmiş bir sınıf oldu. Bu noktada bu rejim, emek-sermaye çelişkisinin çıktılarını bastırmak için dizayn edilmiş bir rejim olarak inşa edildi.[11]
  • Kemalist rejimin faşist kurucu ideolojik zemini, sınıfsal tahakküm yanında ona eşlik eden tekçi-etnik-mezhepsel bir ulusal kimliğe dayanmaktaydı. Cumhuriyet’in ilk çeyrek yüzyıllık süreci içerisinde asimilasyon, sürgün, zorla iskan ve katliam üzerinden işletilen program; bu rejimin yukarıda izah olunan kurucu kodlarını ideolojik bir zeminde yükseltmek amacını gütmekteydi.
  • 1925 Şeyh Said isyanı bahanesiyle Kürtlere yönelik kapsamlı askeri saldırı ve kültürel tasfiye girişimleri, 1930 Zilan Katliamı ve 1937-38 Dersim Teltelesi ile ulusal kimlik politikalarının şiddetli zirveleri olarak vuku bulmuştur. Bunlar yanında Lazlar, Çerkesler, Ermeniler, Rumlar, Yahudiler ve inanç olarak Aleviler, asimilasyona tabi tutulmuş ya da tehdit odağına alınarak devlet eliyle zor kullanılarak sindirilmiştir.
  • Bu anlamıyla Kemalist ulusçuluk Batı’daki sivil ulus – devlet kavramsallaştırmasının tersine sermaye lehine birikim rejiminin geleceğini inşa etmek üzere tahsis edilmiş bir iktisadi rejim yanı sıra askeri-bürokratik zümre üzerine tesis edilmiş etnik-mezhepsel bir mühendislik faaliyeti olarak işlemiştir. [12]
  • Kemalizm’e olumluluk atfedilen “modernleşme” ve “laiklik” unsurlarının Komünistlerin anladığı bağlamda ilerici bir misyon üstlenmekten ziyade “dinin devletleştirilmesi” şeklinde bir re-organizasyona dayandığı görülmektedir. Nitekim Diyanet’in kuruluşu, din eğitiminin devlet tekeline alınması, tarikat ve cemaatlerin hedeflenen kamusal etki ve örgütlülüklerinin kırılmasıyla birlikte yerine bir tür “makbul İslam” anlayışının yerleştirilmeye çalışılması, Camilerin devlet odaklı hale getirilmesi gibi bir yeniden organizasyon sürecinin varlığı görülmektedir. Bu durum, devletin ideolojik aygıtları bünyesinde dinin yeniden biçimlendirilmesi anlamına gelmekte; halkın inanç özgürlüğü olarak bir laiklikten ziyade devlete sadık bir din anlayışının yerleştirilmesini odak haline getirmektedir.
  • Laiklik, ne Alevilerin[13], Hristiyanların, tüm inanç ve inansızların haklarını ve de özgürlüklerini temin etmiştir. Kadınların simgesel temsiline karşın kadın emeği ve varlığı üzerindeki patriyarkal tahakküm biçimleri kesintisiz olarak üretilmiş; başörtüsü din özgürlüğünden ziyade “makbul vatandaşlık” sınırlarında görülen bir olgu olmuştur. Ezilen ulus ve inançların ibadetleri, varlıkları ve varlıklarına ilişkin her türlü unsur devletin alanlarının dışında konumlandırılmıştır.
  • Kemalizm, anti – emperyalist görünümlü ancak emperyalizmle uzlaşan bir savaşın kurucu öznesi olmuştur. Nitekim “Kurtuluş Savaşı” süreci, emperyalist işgale karşı[14] başlayan bir silahlı mücadele olsa da sınıfsal özne ve politik hedefleri bağlamında anti – emperyalist değildir. Keza savaşın burjuva önderliği, emperyalizmden bir kopuşu değil emperyalizmin Anadolu coğrafyası üzerindeki paylaşım şeklinin yeniden müzakeresini hedeflemiştir. [15]
  • Kemalist önderlik ve inşa etmeyi arzuladığı rejimin siyasal varlığı emperyalizmle çelişkiye değil mülkiyet paylaşımına ilişkindir. Nitekim iktidar alanı mücadelesinin gelecekteki şekillendiği biçimler de ilgili durumu ispat etmiştir. İngiliz emperyalizmine ve Yunan işgaline cephe alan savaş süreci, aynı zamanda sermaye girişine, teknolojik yatırım ve ticaret bağlantılarına kapısını hep açık tutmuş; bu anlamda emperyalizmle bir kopuş ve mücadele ilişkisine girmemiştir.[16] Bu anlamda Kemalistler için mücadelenin odağında anti – emperyalist bir tavır alış görüntüsü altında kendi iktidar alanının uluslararası düzlemde tanınması/garanti altına alınmasına dair bir savaş söz konusudur. Emperyalizmin yapısal tahakküm biçimlerine değil siyasal ve askeri baskı biçimlerine karşı mücadele esas olmuştur.
  • Halk kitlelerin “Kurtuluş Savaşı” sürecine katılımı, devrimci – halkçı bir karakteri tek başına ispat etmemektedir. Nitekim halkın savaşım içerisinde yer alması tek başına yurt savunması olmasıyla birlikte kabul edilebilir düzleme gelmemektedir. Yoksul halk ve ezilenler anti-feodal yahut anti-kapitalist, anti -emperyalist hedefleştirmelerle sürece dahil olmamış “vatan elden gidiyor” söylemini odağa alan bir eğilimle sürece dahil olmuştur. Bu anlamıyla sınıfsal bir özneleşme değil burjuva önderlik tarafından örgütlenen seferberlik gücü söz konusudur. Bu anlamıyla halkın savaşa dahil oluşu onun sınıfsal karakterini belirlemez nitekim sınıfsal karakterini belirleyen şey hangi hedefe yönelim gösterildiğidir.
  • Nihai olarak Cumhuriyet’in inşası Osmanlı’dan keskin ve tam maksatlı bir kopuştan ziyade mülkiyet ilişkileri ve devlet aygıtının varlık amaçları bağlamında süreklilik taşımaktadır. Bürokrasinin geniş biçimleri, devlet geleneği olarak adlandırılan olgu ve merkeziyetçi inşa değişmemiş; toprak reformu yerine büyük toprak sahipleriyle uzlaşma gerçekleştirilmiş, askeri bürokrasinin büyük oranda devri yanı sıra Din olgusu da laiklik düzleminde değil devletin ideolojik çıkarları noktasında yeniden organize edilmiştir. Dolayısıyla karakteri devrimci değil restorasyonist bir hamlenin varlığından söz edilmelidir.
  • Bu anlamıyla halkın mücadeleye katılımı bu hareketin kesin olarak devrimci sonuçlara yol açacağı anlamına gelmemekte olup önderlik, ideolojik ve programatik hedefler burjuvazinin elinde toplantıysa sonucun devrim yerine karşı-devrim olarak gelişebileceği anlamına gelebilecektir. Nihai olarak burjuva-milliyetçi devlet aygıtının tahkimini de bu çerçevede anlamak mümkündür.
  • Bu anlamıyla biz Komünistler, anti – emperyalizmi salt bir burjuva bağımsızlıkçı hamlesi olarak değil emekçi ve ezilenlerin kurtuluşunun momenti olarak tarif etmek görevine sahibiz. Bu görev, tarihsel gerçekliği sınıfsal zeminde yeniden tarif etmek ve bu mistifikasyonu teşhir etmekle mümkündür.

[1] 16 Ağustos 1838 Baltalimanı Anlaşması Osmanlı ile Britanya arasında imzalanmış serbest ticaret anlaşmasıdır. 

[2]Osmanlı İmparatorluğu’nda kapitalizmin gelişimi direkt olarak içsel çelişkilerdenx ziyade emperyalist odaklı bir ticari siyasi ve askeri baskı üzerinden organik olmayacak bir biçimde gelişti. Bu bağlamda kapitalist ilişkilerin dayatılması, iç çelişkilerle gelişim yasasına uygun bir gelişim seyri yaratmadı. Nitekim kapitalist ilişkilerin dayatıldığı bu noktada üretici güçlerin gelişiminden ziyade yerli zanaatin tasfiyesi ve loncaların dağılım süreci gibi tasfiye süreçleri gelişti. Dolayısıyla bu süreç tam anlamıyla üretici güçlerin gelişimini değil sömürgesel bağımlılık ilişkilerini geliştirdi.

[3] Restorasyon ile kastedilmek istenen yıkılan bir rejimin devrimci dönüşümden ziyade yeni egemen fraksiyon – özneler tarafından re-organize edilerek yeni bir formatta tahkimidir.

[4] Kemalizm, resmi ideoloji ve hakim ideolojik devlet eğilimleri eliyle örgütlenen ulus  – inanç odaklı katliam ve girişimler, ilerleyen bölümlerin konusu olmakla birlikte burada ele alınmamıştır.

[5] Sümerbank, MTA, Etibank vb. kurumların meydana getirilmesi, sanayi altyapısının kurulması adına devlet yatırımıyla hayata geçen projelere örnektir. Aynı şekilde demiryolu, çimento, şeker fabrikaları gibi sektörlerde özel sermaye birikiminin yetersizliği sebebiyle doğrudan devletin müdahil olduğu görülmektedir.

[6] Korpotarist bir toplum mühendisliği projesi olarak benzer eğilimlerin Nazi Almanyası ve Faşist Mussolini İtalyası’nda da görüldüğünü ifade etmek gerekmektedir.

[7] İngiliz Devrimleri, Fransız Devrimi – hatta Almanya’daki geç dönem burjuva hareketleri – bu bağlamda örnek gösterilebilir ancak Kemalist hareketin bu bağlamdaki kriterleri organik olarak tam maksadıyla karşılamadığı açıktır.

[8] Dolayısıyla Türkiye’de 71 kopuşunda ifadesini bulduğu üzere bu devrimci görevi burjuvazinin üstlenemeyeceği dönemi itibariyle yerinde bir tespittir.

[9]  V.İ.Lenin – Devlet ve Devrim

[10] Köylülerin cahil olarak tarif edildiği ve şehirli memur profilinin idealleştirildiği; işçi sınıfının üretimdeki rolüne kutsiyet atfedildiği ama örgütlenmesinin her türlü faşist pratikle engellendiği, nihai olarak aydınlanmanın da devletin çizdiği sınırlar içerisinde kalmasının sağlandığı bir rejimin modernleşme hamlesi olarak ele alınması gerçekçi değildir.

[11]Daha önce ifadesini bulduğu üzere Kemalist rejim, proleteryanın tasfiyesi üzerine ve onun örgütsüzlüğü – yalıtılmışlığı sayesinde inşa edilmiş bir rejimdir.

[12] Leninist anlamda inkârcı, zorba bir ulus inşa stratejisinin varlığından söz edebilmekteyiz.

[13] Cemevleri ve ibadethane tartışmalarının odağının bu zeminlerden geliştiği tarihsel bir gerçektir. Nitekim bu durum hakim ulus – mezhep – ideoloji denkleminin bir sonucudur. Türk – Hanefi – Milliyetçi unsurlar.

[14] Lenin’deki bağlamıyla emperyalist çözümlemede anti – emperyalizm işgale karşı sadece bir silahlı karşı koyuş değil aynı zamanda kendi hâkim iktidarınla mücadele yanı sıra ekonomik bağımlılık zincirlerinin hedef alınmasıyla mümkündür. T.C nezdinde bu durum zinciri kırmak değil “yeniden düzenlemek” şeklinde ortaya çıkmıştır.

[15] İngiltere, Fransa ve İtalya ile girişilen “diplomatik süreçler” devrimci bir anti – emperyalist kopuşun neden Kemalist öznede mümkün olmadığını ve olamayacağını göstermektedir.

[16]  1920’li yıllarda uluslararası ticaretin önemli ayaklarının hala Fransız ve İngiliz bankaları odaklı sürdürülmesi de bu durumu ispat eder mahiyettedir.

Etiketlendi:

Cevap bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir